Ömer Osman Erendoruk
  Gerekli dozu alıp yatağa uzandım.  Gözlerim açık.  Odanın penceresinden  bir gök parçası görünüyor.  Hava güneşli.  Mavilik, olanca maviliği ile  ılgıt ılgıt.  Gözlerim maviliği yudum yudum içiyor.  Kulaklarıma ulaşan  tek ses masadaki çalarsaatın:  “Var!  Yok!  Var!  Yok!. . . “ biçimine  dönüşen tiktakları.  Gözlerimi mavilikten saatın yelkovanına  kaydırıyorum.  Yelkovan da, akrep de yerlerinde mıhlı gibi.  Bir süre  onlara bakıyorum, canım sıkılıyor.  Gene maviliğe dönüyorum.  Gözlerim o  dakka uzaklardan uçan kalabalık bir sığırcık sürüsüne takılıyor.   İçimde ilk sızıltı belirtileri duyuluyor.  Aldırmıyorum.  Sığırcık  sürüsü kocaman, simsiyah bir bulut gibi.  Önce sağa uzuyor, öndekiler  birden sola dönüyor, sonra gene sağa, arkadan yukarı, aşağı. . . Bir  anlık gözden kaybolduktan sonra ayni oyunu sürdürmek üzere yeniden  beliriyor, maviliği gizliyor. 
 İçimin sızıltıları artıyor.
 Saat hâlâ o:
  “Var!  Yok!  Var!  Yok!. . . “ sözcüklerini tekrarlamakta.  Tamam,  diyorum içimden, var bir tek var olmak için varsa ve varlığını sadece  kendisi için sürdürüyorsa yoktan farksızdır.  Hattâ. . . 
  Güvercinlerim Ümit ve Özlem pencereye kondular.  Özlem oradaki kaptan su  içiyor.  Ümit boynunu uzatarak camdan içeri bakıyor.  Yem istiyor  anlaşılan.  Yavaşça kalkıyorum.  İçimin sızıltıları artıyor.  Acele  etmeliyim.  Dolaptan bir dilim ekmek alıp pencereye ufalıyorum.  Ümit’le  Özlem kırıntıları gagalıyorlar.  Gözlerim Ümit’in beyazlığında.   Kendisini bunca temiz tutuşuna şaşıyorum.  Özlem’in maviliği göğünkü  gibi pırıl pırıl.  Sığırcık sürüsü hâlâ acayip oyununu oynamakta.   İçimin sancıları yoğunlaşıyor.  Kendimi yatağa atıyorum.  Alnımda ince,  soğuk ter damlacıkları beliriyor.  Bitkinim.  Saat bitmez tükenmez  türküsünü sürdürüyor.  Daha kaç dakka yaşayacağım acaba?  Gözkapaklarımı  güçlükle aralayarak pencereye bakıyorum.  Camdan bana bakan  güvercinlerde bir telâş var gibi.  Kalbim alabildiğine dövünüyor.   Gözlerimi açık tutamıyorum.  Her yer karanlık.  Her şey. . . Vücudum  yoğun bir ağırlığın altında eziliyor.  Kollarımı kıpırdatamıyorum.  
  Ümit’le Özlem pırr pırr uçup gittiler.  İçim boş.  Suyu çekilmiş  göllerce öylesine bomboş içim.  Uzaklarda, alacakaranlığın içinde küçük  bir çocuk koşuyor.  Kollarını bana doğru uzatmış.  Bir şeyler söylüyor,  anlıyamıyorum.  Sonra karanlığın koynunda kayboluyor, az öteden  beliriyor gene.  Ama bu kez küçümencik, beyaz bir ışıktan oluşmuş  kuşçağız biçiminde.  Öterek benden yana uçuyor.  Bir ötüş, bir ötüş ki. .  . Kuşçağız başucunda, gözlerimin içinde, kulaklarımda, damarlarımda  dolaşan kanda.  Mini mini, bembeyaz, alabildiğine parlıyan, minicek  ışık.  Biri ötekine benzemeyen, kâh acı, kâh tatlı türkülerini  duyuyorum. 
 Kuşçağız ötedursun, ben kendimi anıların peşine  kaptırmamak çabasındayım.  Acılarım dakka dakka yoğunlaşmakta.  İçine  gömüldüğüm karanlık koyulaşıyor.  Yükseklerde, maviliğin tâ içinde uçan  bir kuğu kuşu dizisi görüyorum.  Yorgun bir kuğu sürüden gerilemekte.   Kuğu yavaş yavaş alçalıyor. 
 Gagası, tüyleri, kanatları, her yeri  harflerden, sözcüklerden, cümlelerden oluşan ışıksal kuşçağız başucumda  vıcır vıcır.  Bir yerlerde dudakları çatlak bir ürkek geyik suya iniyor.   Ümit’le Özlem gene pencereye kondular mı göremiyorum.  Uzaklarda bir  kızçocuğu minicek elini gül koparmaya uzatıyor.  Elceğizinden kan  akıyor.  Gözleri yaşlı.  Acılarım, sızılarım dayanılmazlaşıyor,  dişlerimi sıkıyorum.  Gözlerimin önünde hâlâ o sığırcık sürüsünün oyunu.   Bir yerlerde bir asker, insan kardeşlerinin kanına bulalı süngüyle  konserve kutusu açmaya çalışıyor.  Saat hâlâ Var Yok mu diyor, yoksa  sadece Yok Yok mu, işitemiyorum.  Alabildiğine sıcak bir rüzgâr esiyor,  bir ceviz ağacının solgun yaprakları şapır şapır dökülüyor yere.  Adını  bilmediğim bir yüksek dağ başında iki kartal dolanıyor.  Ümit’le Özlem  neredeler acaba?  Sürüyle uçamayan yorgun kuğu kuşu acaba bir yerlere  konabildi mi?  Coşkun bir denizin dalgalarıyla boğuşan denizciye iki  yunus balığı yaklaşıyor, sırtları ile yukarı kaldırıp sahile  götürüyorlar.  Yaralı bir kurt kendi kendine “Kurt kurt için insan!. . .  “ diye mırıldanıyor.  Suya inen ürkek geyiğe dudaklarını suya  dokundurur dokundurmaz ateş açılıyor.  Can çekişen geyiğin gözlerinde  tıpkı eli kanayan kızcağızınkilere benzer yaşlar beliriyor.  Gözlerimi  açmak istiyorum, olmuyor.  Bir şair, sönmek üzere olan bir ateşi yeniden  alevlendirmek için çalı çırpı arıyor, bulamayınca kendini yakıp ateşi  sönmekten kurtarıyor.  Karanlıkları kovalayan yalımların ışığına  garkolan insanlar birbirlerini kovuşturmaca oyununda.  Işıksal  kuşçağız  türküsünü söylüyor.  Artık ölüyorum galiba.  Yakındığım yok.  Ölümü  kendim istedim.  İstememek elimde değildi.  Yaşamla ilişkilerim  koparılmıştı.  Ulaşılmaz ıraklardaki karanlıkların içinden, Mevlânâ  sandığım bir ihtiyar, şairlerin, güzel kadınlar gibi iki kez öldüğünü,  birincisinden sonra izler, ikincisinden sonra da hiçbir şey kalmadığını  fısıldıyor.  Aha, tamam.  Artık ölüyorum demek.  Işıksal kuşçağız hâlâ  ötüyor.  O, ardımda kalan izceğiz, bıraktığım noktacık, külsel kalıntım,  tozsal. . .   Hırçın bir rüzgâr, bir ateşböceğinin peşince koşan  çocuğun izlerini eni konu silmekte.  Ümit yok.  Özlem de.    
  Penceredeki ekmek kırıntılarını serçeler gagalıyor.  Işıksal kuşçağızın  türkülerini anlayan var hâlâ.  Ötüyor ışıksal kuşçağız.  Ötecek.  Bir  yıl mı, beş on mu, yirmi otuz mu bilinmez.  Dört mevsim ötecek, sabah,  akşam, gece gündüz. . . Horlayanlar olacak türkülerini, aldırmayacak,  incinecek fakat, üzülecek.  Anlayanı dinleyeni gün gün azalacak.   Ümit’le Özlem pencereye kondular.  Işıksal kuşçağızın türkülerini  duydukça burun kıvıranlar, dudak bükenler, surat ekşitenler git git  çoğalacak.  Beş anlıyanı, üç dinliyeni olduğuna sevinecek gene de.   Hiçbir iz mi kalmadı sevdiğimden tozlarınızda yollar, ah yollar. . .  Dalları salkım salkım beyaz çiçek açmış akasya ağacının orada ışıksal  kuşçağızın türküsünü dinleyen on yedilik Fatma’nın gözlerindeki yaşları  görüyorum.  Bir damla gözyaşıyım baştan ayağa, en ince bir rüzgârla  damlayacağım.  Üstümüze itmişler tüm dağların sisini, sağırlar dinliyor  ıraklardan, çok ıraklardan, sabunlu parmaklardan kayan kalemlerimizin  iniltisini. . . Duygularını alkolle boğmaya çalışarak ışıksal kuşçağızı  dinleyen şairin içine akıttığı gözyaşı ırmağında ben de boğuldum kaç  kez.
 Ve, günlerden bir gün, türkülerini söylediği anadilini,  Türkçesini anlamayacaklar ışıksal kuşçağızın.  O zaman ışıksal  kuşçağızın ışığı solacak, solacak. . . ve kar taneciğinin güneşte  eriyişi gibi eriyecek.  Benim için ölümün
kötüsü, korkuncu, hiçin sonsuzluğuna karışmışlığı o zaman gelecek.
 Az sonra gelecek olan fiziksel ölüm de ne sanki!.    
 1974 yılı
...
Ömer Osman Erendoruk (Ömer Osmanov) Koşukavak (Krumovgrad) kasabasına  bağlı Yunuzköy’de (Zvınarka) doğdu. İlk ve orta okulu Koşukavak’ta  bitirdikten sonra Kırcali Türk Pedagoji (Öğretmen) Okulunda okudu.  Doğduğu bölgenin köy ve kasabalarında senelerce öğretmenlik yaptı.  Hükümetin asimilasyon siyasetine karşı çıktığı için Bulgar makamları  bütün yaratıcılığına el koydu ve beş sene hapse mahküm edildi. Belene  Ölüm kampına gonderildi. Oradan döndükten sonra ailesiyle beraber Türk  olmayan yerlere sürgün edildi. 1989’un Zorlu Göç’ünde sınırdışı edildi. 
 
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
 

 
 
0 yorum:
Yorum Gönder