Bulgaristan Haber Ajansı (BHA) - 24 saat kesintisiz haber...

IŞIKSAL KUŞCAĞIZ

25 Nisan 2011 Pazartesi |

Ömer Osman Erendoruk
Gerekli dozu alıp yatağa uzandım. Gözlerim açık. Odanın penceresinden bir gök parçası görünüyor. Hava güneşli. Mavilik, olanca maviliği ile ılgıt ılgıt. Gözlerim maviliği yudum yudum içiyor. Kulaklarıma ulaşan tek ses masadaki çalarsaatın: “Var! Yok! Var! Yok!. . . “ biçimine dönüşen tiktakları. Gözlerimi mavilikten saatın yelkovanına kaydırıyorum. Yelkovan da, akrep de yerlerinde mıhlı gibi. Bir süre onlara bakıyorum, canım sıkılıyor. Gene maviliğe dönüyorum. Gözlerim o dakka uzaklardan uçan kalabalık bir sığırcık sürüsüne takılıyor. İçimde ilk sızıltı belirtileri duyuluyor. Aldırmıyorum. Sığırcık sürüsü kocaman, simsiyah bir bulut gibi. Önce sağa uzuyor, öndekiler birden sola dönüyor, sonra gene sağa, arkadan yukarı, aşağı. . . Bir anlık gözden kaybolduktan sonra ayni oyunu sürdürmek üzere yeniden beliriyor, maviliği gizliyor.
İçimin sızıltıları artıyor.
Saat hâlâ o:
“Var! Yok! Var! Yok!. . . “ sözcüklerini tekrarlamakta. Tamam, diyorum içimden, var bir tek var olmak için varsa ve varlığını sadece kendisi için sürdürüyorsa yoktan farksızdır. Hattâ. . .
Güvercinlerim Ümit ve Özlem pencereye kondular. Özlem oradaki kaptan su içiyor. Ümit boynunu uzatarak camdan içeri bakıyor. Yem istiyor anlaşılan. Yavaşça kalkıyorum. İçimin sızıltıları artıyor. Acele etmeliyim. Dolaptan bir dilim ekmek alıp pencereye ufalıyorum. Ümit’le Özlem kırıntıları gagalıyorlar. Gözlerim Ümit’in beyazlığında. Kendisini bunca temiz tutuşuna şaşıyorum. Özlem’in maviliği göğünkü gibi pırıl pırıl. Sığırcık sürüsü hâlâ acayip oyununu oynamakta. İçimin sancıları yoğunlaşıyor. Kendimi yatağa atıyorum. Alnımda ince, soğuk ter damlacıkları beliriyor. Bitkinim. Saat bitmez tükenmez türküsünü sürdürüyor. Daha kaç dakka yaşayacağım acaba? Gözkapaklarımı güçlükle aralayarak pencereye bakıyorum. Camdan bana bakan güvercinlerde bir telâş var gibi. Kalbim alabildiğine dövünüyor. Gözlerimi açık tutamıyorum. Her yer karanlık. Her şey. . . Vücudum yoğun bir ağırlığın altında eziliyor. Kollarımı kıpırdatamıyorum.
Ümit’le Özlem pırr pırr uçup gittiler. İçim boş. Suyu çekilmiş göllerce öylesine bomboş içim. Uzaklarda, alacakaranlığın içinde küçük bir çocuk koşuyor. Kollarını bana doğru uzatmış. Bir şeyler söylüyor, anlıyamıyorum. Sonra karanlığın koynunda kayboluyor, az öteden beliriyor gene. Ama bu kez küçümencik, beyaz bir ışıktan oluşmuş kuşçağız biçiminde. Öterek benden yana uçuyor. Bir ötüş, bir ötüş ki. . . Kuşçağız başucunda, gözlerimin içinde, kulaklarımda, damarlarımda dolaşan kanda. Mini mini, bembeyaz, alabildiğine parlıyan, minicek ışık. Biri ötekine benzemeyen, kâh acı, kâh tatlı türkülerini duyuyorum.
Kuşçağız ötedursun, ben kendimi anıların peşine kaptırmamak çabasındayım. Acılarım dakka dakka yoğunlaşmakta. İçine gömüldüğüm karanlık koyulaşıyor. Yükseklerde, maviliğin tâ içinde uçan bir kuğu kuşu dizisi görüyorum. Yorgun bir kuğu sürüden gerilemekte. Kuğu yavaş yavaş alçalıyor.
Gagası, tüyleri, kanatları, her yeri harflerden, sözcüklerden, cümlelerden oluşan ışıksal kuşçağız başucumda vıcır vıcır. Bir yerlerde dudakları çatlak bir ürkek geyik suya iniyor. Ümit’le Özlem gene pencereye kondular mı göremiyorum. Uzaklarda bir kızçocuğu minicek elini gül koparmaya uzatıyor. Elceğizinden kan akıyor. Gözleri yaşlı. Acılarım, sızılarım dayanılmazlaşıyor, dişlerimi sıkıyorum. Gözlerimin önünde hâlâ o sığırcık sürüsünün oyunu. Bir yerlerde bir asker, insan kardeşlerinin kanına bulalı süngüyle konserve kutusu açmaya çalışıyor. Saat hâlâ Var Yok mu diyor, yoksa sadece Yok Yok mu, işitemiyorum. Alabildiğine sıcak bir rüzgâr esiyor, bir ceviz ağacının solgun yaprakları şapır şapır dökülüyor yere. Adını bilmediğim bir yüksek dağ başında iki kartal dolanıyor. Ümit’le Özlem neredeler acaba? Sürüyle uçamayan yorgun kuğu kuşu acaba bir yerlere konabildi mi? Coşkun bir denizin dalgalarıyla boğuşan denizciye iki yunus balığı yaklaşıyor, sırtları ile yukarı kaldırıp sahile götürüyorlar. Yaralı bir kurt kendi kendine “Kurt kurt için insan!. . . “ diye mırıldanıyor. Suya inen ürkek geyiğe dudaklarını suya dokundurur dokundurmaz ateş açılıyor. Can çekişen geyiğin gözlerinde tıpkı eli kanayan kızcağızınkilere benzer yaşlar beliriyor. Gözlerimi açmak istiyorum, olmuyor. Bir şair, sönmek üzere olan bir ateşi yeniden alevlendirmek için çalı çırpı arıyor, bulamayınca kendini yakıp ateşi sönmekten kurtarıyor. Karanlıkları kovalayan yalımların ışığına garkolan insanlar birbirlerini kovuşturmaca oyununda. Işıksal kuşçağız türküsünü söylüyor. Artık ölüyorum galiba. Yakındığım yok. Ölümü kendim istedim. İstememek elimde değildi. Yaşamla ilişkilerim koparılmıştı. Ulaşılmaz ıraklardaki karanlıkların içinden, Mevlânâ sandığım bir ihtiyar, şairlerin, güzel kadınlar gibi iki kez öldüğünü, birincisinden sonra izler, ikincisinden sonra da hiçbir şey kalmadığını fısıldıyor. Aha, tamam. Artık ölüyorum demek. Işıksal kuşçağız hâlâ ötüyor. O, ardımda kalan izceğiz, bıraktığım noktacık, külsel kalıntım, tozsal. . . Hırçın bir rüzgâr, bir ateşböceğinin peşince koşan çocuğun izlerini eni konu silmekte. Ümit yok. Özlem de.
Penceredeki ekmek kırıntılarını serçeler gagalıyor. Işıksal kuşçağızın türkülerini anlayan var hâlâ. Ötüyor ışıksal kuşçağız. Ötecek. Bir yıl mı, beş on mu, yirmi otuz mu bilinmez. Dört mevsim ötecek, sabah, akşam, gece gündüz. . . Horlayanlar olacak türkülerini, aldırmayacak, incinecek fakat, üzülecek. Anlayanı dinleyeni gün gün azalacak. Ümit’le Özlem pencereye kondular. Işıksal kuşçağızın türkülerini duydukça burun kıvıranlar, dudak bükenler, surat ekşitenler git git çoğalacak. Beş anlıyanı, üç dinliyeni olduğuna sevinecek gene de. Hiçbir iz mi kalmadı sevdiğimden tozlarınızda yollar, ah yollar. . . Dalları salkım salkım beyaz çiçek açmış akasya ağacının orada ışıksal kuşçağızın türküsünü dinleyen on yedilik Fatma’nın gözlerindeki yaşları görüyorum. Bir damla gözyaşıyım baştan ayağa, en ince bir rüzgârla damlayacağım. Üstümüze itmişler tüm dağların sisini, sağırlar dinliyor ıraklardan, çok ıraklardan, sabunlu parmaklardan kayan kalemlerimizin iniltisini. . . Duygularını alkolle boğmaya çalışarak ışıksal kuşçağızı dinleyen şairin içine akıttığı gözyaşı ırmağında ben de boğuldum kaç kez.
Ve, günlerden bir gün, türkülerini söylediği anadilini, Türkçesini anlamayacaklar ışıksal kuşçağızın. O zaman ışıksal kuşçağızın ışığı solacak, solacak. . . ve kar taneciğinin güneşte eriyişi gibi eriyecek. Benim için ölümün
kötüsü, korkuncu, hiçin sonsuzluğuna karışmışlığı o zaman gelecek.
Az sonra gelecek olan fiziksel ölüm de ne sanki!.

1974 yılı

...
Ömer Osman Erendoruk (Ömer Osmanov) Koşukavak (Krumovgrad) kasabasına bağlı Yunuzköy’de (Zvınarka) doğdu. İlk ve orta okulu Koşukavak’ta bitirdikten sonra Kırcali Türk Pedagoji (Öğretmen) Okulunda okudu. Doğduğu bölgenin köy ve kasabalarında senelerce öğretmenlik yaptı. Hükümetin asimilasyon siyasetine karşı çıktığı için Bulgar makamları bütün yaratıcılığına el koydu ve beş sene hapse mahküm edildi. Belene Ölüm kampına gonderildi. Oradan döndükten sonra ailesiyle beraber Türk olmayan yerlere sürgün edildi. 1989’un Zorlu Göç’ünde sınırdışı edildi.

0 yorum:

Yorum Gönder